28 Aralık 2009 Pazartesi

FIN DE FIESTA



Pamela Cervantes uzun bir aradan sonra yeniden İstanbul'daydı. Niceliği az niteliği çok yüksek , şahane bir workshop geçirdik. Pamela daha önce Pera Güzel Sanatlar'ın da konuğu olmuştu. Bu sefer kendi imkanlarıyla gerçekleştirdiği bu kısa ziyaretinde, flamenko istanbul derneği desteğiyle, canlı müzik eşliğinde Bulerias de Jerez dans etmeyi öğretti.Dans etmeyi öğretmek ile koreografi öğretmek arasında çok büyük bir fark var. Dün geceki fin de fiestada hepimiz bir sürü hata yapmışızdır ama farkında bile varamadık:) gerçekten dans ettiğinizde sadece müzik, cante ve siz oluyorsunuz o sahnede.Birilerinin sizi buna itmesi çok büyük nimet oluyor. Yeni bir eğitimci olarak kendime de bir sürü ders çıkardım bu workshoptan. En önemlisi çook ama çok eylendim.Çok tatlı insanlarla tanıştım. Flamenkonun tekelleştirilmesinin ruhuna ne kadar ters olduğunu, özgür bir ortamda kısa sürede ne kadar harika sonuçlar alınabildiğini gördüm.


Bu nedenle "flamenco permanece con la libertad"diyorum ve Pamela'ya çok teşekkür ediyorum.

13 Kasım 2009 Cuma

İSTANBUL'DA BİR FLAMENKO DERNEĞİ


Flamenko içinize nasıl düşer anlamazsınız...Belki bir buleriadır ruhunuza takılan, kimi zaman bir solea cantesi, bazen puantiyeli bir elbisededir büründüğünüz, bazen şuursuzca tutulan bir ritmdir sizi yakalayan. Sizin bir parçanız olur flamenko.Önceleri haftada birkaç geceniz, sonra yavaş yavaş her gününüz, her anınız, etiniz,tırnağınız, ruhunuz...Duruşunuz değişir, bakışınız değişir, varoluşunuz değişir. Bünyenizde flamenko sensörlü bir solungaç peydah olur.Dünyanın neresinde olursanız olun, solungaçlarınız flamenko nefeslerini mutlaka alırlar.Flamenko aşkına düşenler birbirlerini mutlaka bulurlar... Dışarıdan bakanların şaşkın gözlerle izleyecekleri bir kod oluşur aralarında. Flamenkoyu paylaşabilmek o kadar harika birşeydir ki belki de hayatta başka pek de bir şeye ihtiyaç kalmaz. Günler yeni falsetalarla, zapateadolarla, letralarla geçmektedir. Ruha zor sığan flamenko üç beş kişilik paylaşımlara sığmakta zorlanmaktadır.Haydi bir araya gelelim der birileri, paylaştıkça çoğalalım, Juergalarımız daha kalabalık, sangrialarımız daha bereketli olsun...7 Nisan 2008'de sessiz sedasız bir dernek kurarlar.İspanyolca kursları ve juergalarla flamenko kültürünü yaşatmaya başlarlar. Amaçları öncelikle, flamenkoyu doğru bir şekilde anlatabilmektir. Benim gitarım flamenkodur, benim şarkım ,benim dansım olmazsa flamenko olmazları bir yana bırakıp, bu kültüre merak duyan herkesin bir araya gelebileceği ve bir bütünün parçası olabilecekleri bir enerji yaratmaktır. Flamenko İstanbul Derneği'nin Kadıköy'de başlayan macerası şu anda Galata İstanbul Dans Merkezi'nde devam ediyor. Burada flamenkonun olmazsa olmazı canlı müzik ve dans bir arada sunuluyor. Dans eden cantaorlar, llamada yapan tocaorlar ve şarkı söylemeye çalışan bailaoraların kocaman flamenko hayalleri var. Endülüs gezileri, karşılıklı kültür projeleri,juergalar, workshoplar ve daha neler neler.

Flamenko içinize nasıl düşer anlamazsınız.Umarım düştüğünde doğru yerde ve doğru insanlarla birliktesinizdir...



11 Kasım 2009 Çarşamba

OLE MI NINA! ANDA GUAPAA!


Ninam Pastorim 2009 Latin Grammy flamenco ödülünü kapmış bulunuyor. Daha önce Shakira gibi dünyaca ünlü isimlerle pop dalında aday gösterilmişti, ancak bu sefer "Esperando Verte" albümü ile flamenco dalında ödül kazandı.Flamenco dünyasından diğer adaylar ise Enrique Morente, Carmen Linares, Vicente Amigo, Miguel Poveda idi. India Martinez de en iyi çıkış yapan flamenko sanatçısı dalında adaydı ama bu sene alamadı maalesef.

Esperando verte benim için de 2009'un en güzel albümüydü.Zaten Nina öksürse seviyorum:))

30 Ekim 2009 Cuma

FLAMENKO BİR EFSANESİNİ DAHA KAYBETTİ... BERNARDA DE UTRERA 28 EKİM'DE HAYATA GÖZLERİNİ YUMDU.











Flamenko kadınları denince akla hemen gelen iki kız kardeştir Fernarda ve Bernarda de Utrera kardeşler. İsimlerinden de anlaşılabileceği gibi Utrera'lı kardeşler cante flamenco'da çok önemli bir ekol olarak tarihe geçmişlerdir. Hikaye, dönemşin benzer hikayeleri gibi bir köyde başlar, sonra Madrid'de önemli tablaolarda ve New-York'ta devam eder. 1957 Yılı'nda New-York'ta düzenlenen Dünya flamenko Fuarı'nın ardından Bernarda, ana vatanına dönmeye karar verir. Yerel yaz festivallerinin tadını büyük şehirlerin koşturmacasına tercih edecek gerçek bir flamencadır. "Rito y Geografia del Cante" adlı belgeselde Diego del Gastor'un gitarı eşliğinde bir buleria döktürür ve seguirias ve fandangos söyler. 1987 Yılı'nda kız kardeşi Fernanda ile çıkardıkları albüm Fransa'da Akademi ödülüne laik görülür.1999'da ilk kez "Bernarda Ahora" (Şimdi Bernarda) adlı bir solo albüm çıkarır, albümü ablası Fernanda'ya ithaf eder.Yaşamı boyunca aralarında Endülüs Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nün de olduğu bir çok ödüle layık görülür. Flamenko Dünyası Bernarda de Utrera'yı en son 2002'de Sevilla'da Alcazar Bahçeleri'nde verdiği konserde canlı izleyebildi ancak Buleria'ya kattığı eşsiz yorum ve çok güçlü bir flamenko aurası onu flamenko tarihinin unutulmazlarından biri yaptı. Şimdi üç yıl önce kaybettiği ablası Fernanda'nın yanında huzurlu bir uykuya daldı. Yolunuz bir gün Utrera'dan geçerse, heykellerinin yanı başında, kim bilir belki yankılanır o meşhur buleria...


Bernarda de Utrera 1926-........

10 Ağustos 2009 Pazartesi

FLAMENCO HOY!


Klasik bir prova atmosferi. Isınan, dinlenen, zapateado yapan dansçılar; arada kulağa gelen müzik sesleri, koreografların "canlanın, canlanın" nidaları arasında fotoğraf makinesiyle salonun sıcaklığını takmadan gezinen mutlu bir adam, 77 yaşındaki Carlos Saura. Tüm bu keyifli telaşın sebebi 18 Ağustos'ta Los Veranos de la Villa de Madrid kapsamında görücüye çıkacak olan "Flamenco Hoy"( Flamenko Bugün) adlı gösteri. Flamenkoyu dünyaya sevdiren büyük sinema ustası Saura bu sefer bir sahne gösterisini yönetiyor. Flamenco Hoy'un müzikleri Chano Domingez , ışık tasarımı Jose Luis Lopez Linares , kostümleri Antonio Alvarado imzasını taşıyor.

Endülüs'te geçen 24 saat'in anlatıldığı gösteride ışıklara çok önem verilmesi Saura hayranları için şaşırtıcı olmasa gerek. Her sabah sektirmeden dans provalarını izlemeye giden Saura gençliğinde flamenko dans öğrenmek için yaşlı bir çingenenin kapısını çalar, ancak çabalar nafiledir, flamenko öğretmeni Saura'ya: " Senin başka bir alanda kendini göstermen daha iyi olabilir evladım" der ve umutsuzluğa kapılan Saura flamenko aşkını yansıtacak başka bir yol bulur:). Bu hezimetin onu kariyerinde iyi yerlere getirdiğini belirten yönetmen " Dans etmek, şarkı söylemek ve gitar çalmayı çok isterim ama biraz geç oldu galiba" diyor.

Flamenkonun müzikal zenginliği sonsuz olduğu için çok seçici olmaya çalışmışlar. " Bu (Puro) saf bir flamenko gösterisi, didaktik bir şey olmasını istemedik" diyor. Sevillanas gibi geleneksel formların yanında Chano Dominguez'in Jazzy dokunuşları, arap etkileri ve ustanın özellikle istediği Sefarad etkileri de var müziklerde.

Dasçılardan Nani Panos, Saura'nın kendilerini oldukça özgür bıraktığını ve saygıyla eleştirdiğini söylüyor.Benim en ilgimi çeken de Chano Dominguez'in çalışma yöntemi oldu. Dansçılara palolarla ilgili bir ön bilgi veriyor ama sonra koreografilerin üzerine müzik yapılıyor, bu da dansçıyı çok serbest bırakıyor. Nani, herkesin böylece egolarını yok saydığını ve ortaya çok iyi bir iş çıktığını söylüyor.
Saura ise işin en eylenceli kısmının her zaman hazırlık aşaması olduğunu belirtiyor." Bir sürü muhteşem sanatçı sizin için biraraya geliyor bu bir mucize".

Madrid'teki galanın ardından 2 senelik bir turneye çıkacak olan Flamenco Hoy'un İstanbul'dan geçmesi en büyük dileğim. Aksi taktirde yine bana yol göründü...
Kaynak: El Pais

22 Temmuz 2009 Çarşamba

ZAPATEANDO



































































Alicante İspanya'nın ayakkabı merkezidir. Valencia yakınlarındaki bu küçük şehir bir çok flamenko ayakkabı üreticisinin de anavatanıdır. Alicante toprakları benim için bir başka önemlidir. Antonio Gades bu küçük şehirde dünyaya gelmiş... Ayakkabı üreticileri de büyük ustaya saygılarını göstermek için Alicante Ayakkabı Müzesi'nde "Zapateando" adlı bir fotoğraf sergisi düzenlemişler. Birbirinden değerli tam 11 flamenko dansçısının ayakkabıları Jesus Alonso tarafından ; dansçılar ise aralarında Peter Müller, Ouka Leele, Javier Salas, Outumuro, Gyenes ve Jesús Vallina'nın da bulunduğu ustalar tarafından görüntülenmişler. İşte fotoğrafları ve "zapateando eskiyen ayakkabıları" ile Antonio Gades, Joaquín Cortés, Sara Baras, Antonio El Bailarín, Cristina Hoyos, Rafael Amargo, Eva La Yerbabuena, Blanca del Rey, María Pagés, María Rosa o Joaquín Ruiz.
Sara Baras'ın sarıya çalan çürük yumurtaya dönmüş ayakkabıları ve Maria Pages'in mor taconları favorim.

23 Haziran 2009 Salı

MARİA PAGES İSTANBUL'DAYDI



Maria Pages'in Flamenko Republic gösterisi öncesinde, Alişan Çapan'ın kendisiyle yaptığı söyleşiyi ilk yayınlayan, bu mütevazi blogdur:)Söyleşi şahane olmuş, Cajon'u Paco de Lucia sokmamış bu arada flamenkoya...Christina Hoyos'la Gades'in arası da o kadar iyi değilmiş aslında... okuyun işte daha neler neler var:) Söyleşinin edit edilmiş halini haftaya ROLL'da okuyabilirsiniz.


Maria Pagés

Sevilla’da doğan, efsanevi dansçı Antonio Gades’in topluluğunda pişen, yaklaşık yirmi yıldır kendi Flamenko topluluğuyla hem uluslar arası arenada kendine özgü çalışmalarıyla haklı bir ün edinen, hem de kaşla göz arasında tutuculuklarıyla meşhur Endülüs Çingenelerinin mahalle baskısını yenen Maria Pagés geçtiğimiz ay ilk defa İstanbul’daydı. 2002 İspanya Ulusal Dans Ödülllü dansçının arkadaş ve hayran listesi ünlü Rus dansçı Barışnikov’dan, İspanyolların kült yönetmeni Pedro Almodovar’a uzanıyor. Pagés ile gösteri öncesinde buluşup teybe bastık, Tom Waits’ten, Astor Piazzola’ya, Lorca’dan Saramago’ya uzanan esin kaynaklarını konuştuk. Arada Carlos Saura’nın, Luis Buñuel’in kulaklarını çınlattık. Pagés’in sakatlığından son durum raporu aldık.

“makamlar dar geliyor bana”



Antonio Gades ile başlayalım söyleşimize uzun yıllar onun topluluğunda dans ettiniz, üzerinizdeki etkisi nedir?

Gades ile iki dönem çalıştım. İlki Saura ile El Amor Brujo (Büyülü Aşk) projesini yaptıkları zamandı. Filmde küçük bir rolüm de vardı. Daha sonra araya bir ayrılık girdi. İkinci defa çalıştığımız dönem ise benim kendi grubumu kurmamla son buldu. Gades gibi büyük bir ustayı değerlendirmek kolay değil. Kendi adıma Flamenko’yu algılamamı en derinden etkileyen kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Dansın da ötesinde bir sanatçı grubuna nasıl davranılacağını işlerin nasıl çekip çevrileceğini de ondan öğrendim desem yalan olmaz. Bir koreografi olarak Flamenko sahne üzerinde nasıl tasarlanır, grup halinde nasıl çalışılır hep ondan öğrendim. Her anlamda ustam olmuştur benim.

Ayrılırken aranızda bir sorun yaşandı mı?

Yok, yok hiçbir sorun olmadı (gülüyor). Gades’ten ayrılıp kendi grubumu kurmaya karar verdiğimde karışık duygular içindeydim. Bir yandan ne yapmak istediğimi biliyordum ve bunun getirdiği bir heyecan vardı. Öte yandan grubu bırakıyorum diye bana kızmasından, bağırıp çağırmasından korkuyordum. Sonunda daha fazla dayanamayıp konuşmak istediğimi söyledim, küçük bir prova odasına çekildik. Söze nasıl gireceğimi bilemiyordum, neredeyse ağlayacaktım. Sonunda cesaretimi toplayıp, konuyu açtım. Beklediğimin aksine hiç kızmadı. Tam tersine kendi grubumu kurabilecek donanıma sahip olduğumu, başarılı olacağımdan emin olduğunu söyleyip beni cesaretlendirdi. Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı doğrusu. Şimdi dönüp baktığımda sadece nezaketen öyle davranmadığımı o anda bile bana ayaküstü bir ders verdiğini daha iyi anlıyorum. Aynı durumlar yıllar sonra benim de başıma geldi, eğer bir dans topluluğunuz varsa kaçınılmaz bir şeydir bu. İnsanlar gelirler ve giderler. Ben de dansçılarım ayrıldığında nasıl davranacağım konusunda hiç tereddüt etmedim, Gades’ten dersimi iyi almıştım ne de olsa.

Daha sonra gösterilerinize geldi mi?

Evet, evet geldi. Bu da başka bir sürpriz oldu aslında. Genelde başkalarının gösterilerini takip etmeye pek meraklı biri değildi. İlk gösteriyi (Flamenco Republic) çıkardığımızda kendisini arayıp davet ettim. Pek de ümidim yoktu, bir süredir sağlığı da bozulmuştu. Yine de kalktı geldi, gösteriden sonra sahne arkasına gelip bizi tebrik etti, çok emek harcamışsınız, iyi iş çıkartmışsınız diye bizi yüreklendirdi. Kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışırken, böyle bir ustanın cesaretlendirici sözlerini duymak çok önemliydi benim için.
Aynı dönemde bir başka efsane isim Cristina Hoyos ile de çalışmış olmalısınız?
Tabi, Gades’in grubunda o da vardı. Hoyos kanımca daha karanlık bir kişilikti. Birçoklarının söylediğinin aksine Gades ile Hoyos arasında harika bir uyum olduğuna şahit olmadım. Sahnede birlikte müthiş dans ediyorlardı ama onun dışında pek de iyi anlaştıklarını söyleyemeyeceğim.

Büyülü Aşk filmi hakkında ne düşünüyorsunuz, üçlemenin öbür iki filmiyle kıyaslandığında daha sönük kalıyor sanki?

Bence de. Saura büyük bir yönetmen. Onun işleri hakkında ileri geri konuşmak bana düşmez, ama benim o üçlemede en sevdiğim film Kanlı Düğün’dür. Belki de ilk olduğundan. Carmen’i de çok severim, Büyülü Aşk onlar kadar başarılı olamadı. Bildiğiniz gibi Kanlı Düğün Gades’in önce sahne için tasarladığı bir projeydi, daha sonra Saura devreye girdi ve film çekilmesi gündeme geldi. Büyülü Aşk ise ilk iki filmin başarısından sonra doğrudan film olarak tasarlandı. Bazı şeylerin oturmamış olmasında bunun da rolü olabilir. Sonuçta Kanlı Düğün ve Carmen gibi iki muhteşem filmi aşacak üçüncü bir film yapmak kolay değil.
Saura konulu filmleriyle dünya çapında bir yönetmen olsa da birlikte hayatı boyunca dönüp dönüp Flamenko ile ilgili filmler yaptı. Hatta siz de Flamenko adlı meşhur filminde birçok önemli isimle birlikte yer aldınız, Saura’nın bu Flamenko aşkını nasıl açıklarsınız?
Saura’nın Flamenko merakını katıksız bir aşk hikayesi olarak görüyorum ben. Aragon bölgesinde yetişmiş biri için pek olağan bir durum değil ama adam hiçbir karşılık beklemeden tutkuyla bağlı Flamenko’ya. Flamenko’dan ne anladığı, ne kadar bildiği, neyin doğru neyin yanlış olduğu pek ilgilendirmiyor onu. Sadece seviyor. Bu çok önemli, çünkü çoğu insan işin içine girince neyin ne olması gerektiği konusunda fikir yürütmeye, kendi egosunu devreye sokmaya başlar. Saura’da bu hiç yok. Bu anlamda son derece cömert bir tutku olduğunu söyleyebiliriz Saura’nın tutkusunun. Sevmek yeterli onun için. Bu yaklaşımla yaptığı filmlerin çok büyük katkısı oldu Flamenko sanatçılarına, herkesin ufkunu açtı, bugün dünyada Flamenko’nun belirli bir şöhreti varsa bunda Saura’nın payını unutmamak gerekir.

Günümüz Flamenko sanatçılarını, farklı yaklaşımları, füzyon arayışında olanlarla katıksız, gerçek Flamenko yapma iddiasında olanlar arasındaki çekişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Katıksız, saf Flamenko kavramı nedir tam olarak anlayamıyorum açıkçası. Saf, hakiki vs. gibi tanımlar dışlayıcı tanımlar her şeyden önce. Üstelik sanatın doğasına da aykırı. Sanat doğrudan insana dair olduğu için benim kitabımda çok daha geniş bir yelpazeye denk geliyor. Herkesin kendince katkıda bulunabileceği, icra ettiği sanatı zenginleştirebileceği bir anlayışı benimsiyorum kendi adıma. Sanat biraz da kişilik meselesidir. Herkes kendi kişiliğini ortaya koyar sanatını icra ederken. Herkesin kendi, eğitimi, birikimi, kişiliği, bakış açısı yansır sanatına. Flamenko için de aynı şey geçerli. Bende Farruquito’nun, Antonio Canales’in ya da Joaquin Cortes’in bakış açısı yok örneğin. Tekrar söyleyeyim işin püf noktası şahsiyette yatıyor. Biraz önce saydığım isimlerin hepsi ayrı birer şahsiyet ve çok sıkı işler çıkarıyorlar. Ben de kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ne bileyim bir Tom Waits şarkısıyla Flamenko yaptığım zaman, bunu birileri teklif etti diye değil, o şarkıyı dinlediğimde içimden dans etmek geldiği için yapıyorum, bu da benim yoğurt yiyişim. Benim gibi duyduğu, gördüğü her şeyden etkilenen biri için çok doğru bir zamanda yaşıyormuşuz gibi geliyor bana. Günümüzde dünyanın her yerinde yapılan işleri görmek, takip etmek mümkün. Etkileşim kanallarının olabildiğince çoğaldığı bir dönemden geçiyoruz.

Yaptığınız projelerde, A’dan Z’ye hemen her şeyle kendiniz ilgileniyorsunuz?

Evet, hemen her şeye bulaşıyorum, ama zaten öyle olması gerekir Flamenko özünde böyle bir şeydir. Benim kendimi ifade etme biçimim Flamenko. Kendimi bildim bileli dans ediyorum. Endülüs’te doğup büyüdüğüm için de Flamenko yapıyorum. Türkiye’de doğmuş olsaydım o zaman da Türkiye’de yapılan dansları yapardım. Gösterilerin hemen bütün ayrıntılarıyla uğraşmama gelince bu yaklaşımın köklerini geçmişimizde bulan bir tutum olduğunu düşünüyorum. Eskiden anneannelerimiz, babaannelerimiz hem kıyafetlerini diker, hem şarkı söyler, hem kendilerince koreografi yaparlarmış. Dans edenler, şarkı söyleyenler, çalgıcılar hep birlikte müzik yaparlarmış. Şüphesiz bu üretim süreci ciddi bir evrime uğradı ama özünde aynı yaklaşım varlığını sürdürüyor. Bu anlamda söz konusu evrimleşmiş yaklaşımın en tipik örneklerinden biri olduğumu söyleyebilirim.

Flamenco Republic dışında birçok farklı koreografiniz var, İstanbul’a bu gösteriyle gelmek sizin kararınız mıydı?

Flamenco Republic gösterisini sergilemek organizatörlerle ortak kararımızdı. Türkiye’ye ilk defa geldiğimiz düşünülürse mantıklı bir karar olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık yirmi yıldır kendi grubumla dünyanın farklı yerlerinde gösterilere çıkıyorum. Tecrübelerim grubumuzun işlerine yabancı olan seyircilerin Flamenco Republic ile iyi bir giriş yaptıklarını gösteriyor bana. İlerde tekrar gelirsek farklı işlerimizi de sergileme imkanı bulacağımıza inanıyorum.
Nisan ayında bir sakatlık geçirdiğinizi, bazı gösterilerinizin iptal edildiğini duyduk, iyileştiniz mi?
Sormayın sakatlık belası ilk defa başıma geliyor. Üstelik dans ederken de sakatlanmadım. Evde otururken birden bacağıma bir ağrı girdi ve bacağım uyuşmaya başladı. İlk anda çok endişelendim ne oluyoruz diye. Doktorlar sinirlerde sıkışma olduğunu söylediler. Neyse ki sıkı bir tedaviyle kısa zamanda kendime geldim. Bu arada yirmiden fazla gösteriyi iptal etmek değil de, ertelemek zorunda kaldık.

Biraz da “Autoretrato” (Otoportre) adlı koreografinizden bahsedelim, yanılmıyorsak Barışnikov ile yaptığınız çalışmalardan ortaya çıkmış bu yapıt, kendisiyle nasıl tanıştınız?

Barışnikov’la daha önce çeşitli ortamlarda tanıştırılmıştık. Bundan üç yıl önce Madrid’de bir gösterisine gitmiştim. Gösteri sonrası bir grup sanatçı bir araya gelip laflamaya başladık. Barışnikov’un yanı sıra Madrid kültür dairesi müdürü, Pedro Almodovar, başka birtakım dansçılar da vardı ortamda. Bir ara Pedro tutturdu, “Mişa, Maria’nın mutlaka New York’a Barışnikov Art Center’a gelmesi lazım, çok şey kaçırıyorsunuz, sizin için çok iyi olur” gibi şeyler söylüyor. Benimse Barışnikov Art Center diye bir yerin varlığından bile haberim yok. Önceden düşünülmüş hesaplanmış hiçbir şey yok ortada, öylesine havadan sudan konuşuyoruz. Pedro bir anda böyle bir çıkış yapınca başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, ama herif öylesine dışa dönük, öylesine ısrarcı ki sonunda Mişa ile sözleştik ilerde bir şeyler yaparız diye. Aradan bir yıl geçtikten sonra ben de kalktım New York’a gittim. Önce bir hafta Barışnikov Art Center’da sahneye çıktım, sonra on gün boyunca Mişa’nın modern dansçılarıyla çalıştık. Benzersiz bir deneyim oldu benim için doğrusu.

Modern dans sanatçılarıyla çalıştınız ama sonuçta siz tipik bir Flamenko şahsiyetisiniz, nasıl geçti çalışmalar?

Açıkçası ben Flamenko’dan başka dans bilmem. Her ne kadar farklı müziklerden, edebiyattan, şiirden beslensem de yaptığım klasik Flamenko. Modern danstan anlamam yani. Ama Mişa’nın orada mesele benim modern dans yapmam ya da onların Flamenko yapması değildi zaten. Önemli olan bulunduğumuz farklı yerlerden bir diyalog oluşturmak, karşılıklı etkileşime girmekti ki bunun çok faydasını gördüm. Biz dansçıların kendi aramızda anlaşmak için evrensel bir dilimiz var. Müzisyenler gibi kimi gitar çalar, kimi trompet çalar, biri caz geleneğinden geliyordur, öbürü blues çalıyordur bunların hiç önemi yok. Önemli olan birinin ortaya bir laf atması öbürlerinin de buna kendi meşreplerince cevap vermesi. Paco de Lucia örneğin John McLaughlin ile çaldığında tam da bu anlattığım oluyor. Flamenko olmayan sanatçılarla bu yöntemle iletişim kuruyorum, böylece zaman içinde Flamenko ufkum çok genişledi.

Endülüs Köpeği adlı bir gösteriniz var, Buñuel’i sever misiniz?

Bayılırım. Bence Buñuel İspanya’nın gelmiş geçmiş en büyük sinemacısıdır. Müthiş bir dahiydi. Şu ana kadar temsil ettiğinden de dahi. Hala her filmini izlediğimde yeni bir şey keşfediyorum. Tekrar tekrar seyrediyorum, yeni şeyler keşfediyorum. Bana kalırsa yapıtı son derece ilginç. İnsanoğluna bakışı çok özgün. Özellikle çalışma koşulları dikkate alındığında, düşünsenize Meksika’da film yaptığı dönemlerde, bir yandan da sansür var, ortaya ikili bir durum ortaya çıkıyor. Filmler bir boyutuyla sansürden geçecek hikayeyi anlatıyorlar, ama altında Buñuel’in anlatmak istediği hikaye de var. Çok kendine özgü bir şey çıkıyor ortaya. Endülüs Köpeği’ni birazda Buñuel’e saygı duruşu olarak düşündüm. Hâşâ onun yaptıklarına öykünmek değil de kendi çapımda ustayı anmak istedim. Buñuel gibi büyük ustanın varlığının, yapıtının öneminin, hatırlanmasına vesile olmak istedim. Buñuel hayalgücüyle, kararlılıkla ve hatta ciddiyetle, ama belki de hepsinden daha çok bilgiyle çok müthiş şeyler ortaya çıkarılabileceğini göstermiştir herkese.

Koreografilerinizde Lorca’nın, Machado’nun, Saramago’nun şiirlerine yer veriyorsunuz, edebiyatı takip eder misiniz, şiir okur musunuz?

Çok okurum. İşim gereği de bol bol okumam gerekiyor, daha doğrusu işimin bir kısmı da okumak ve bu çok hoşuma gidiyor. Belki size tuhaf gelecek ama güzel bir şarkı duyduğumda nasıl kalkıp dans etmek geliyorsa içimden, beni duygulandıran güzel bir metin okuduğumda ister şiir olsun ya da olmasın içimden dans etmek geliyor. Biraz kaçık bir tipim biliyorum (gülüyor). Geçenlerde Clézio’nun bir kitabını okuyordum hani şu Nobel’i alan yazar. Çöl diye bir roman. Harika bir roman, okurken gözlerim doldu, öyle şiirsel bölümler var ki aklım dansa gitti okurken.
Bir Tom Waits şarkısıyla Flamenko dansını birleştirmeniz belki bir dereceye kadar anlaşılabilir, ama Astor Piazzola ile Flamenko’yu nasıl birleştiriyorsunuz?

Tom Waits şarkısı üzerine, çıkıp Flamenko yapmanın neresi anlaşılır pek anlamadım? (gülüyor)
Tom Waits son derece nev-i şahsına münhasır bir müzisyen, onun şarkısıyla sizin dansınız aykırı bir arayış olarak kabul edilebilir belki, ama Astor Piazzola’nın müziği doğrudan bir başka dansa, Tango’ya referans yapan bir müzik, bu özdeşleşmeyi aşmak mümkün mü?
Bence ikisi arasında hiçbir fark yok (gülüyor). Tabi ki daha önce tango dinlemişliğim, seyretmişliğim var ama bir dans olarak tangodan kelimenin tam anlamıyla “bi-haber”im. Bu konuda o kadar cahilim ki beni olumsuz yönde etkilemiyor. Daha önce de anlattığım gibi Piazzola’nın müziğinden etkilendiğim, duygulandığım anda Flamenko yapmak geliyor içimden. Tom Waits ise başlı başına ayrı bir vaka. Çok gülüyorum ona. Pasties And A G-String diye bir şarkısını keşfetmiştim bir zamanlar. Şarkı basbayağı Flamenko’daki Tangos makamı. Onun dünyadan haberi yok tabi, kendi dünyasında olduğu için. Flamenko ritmiyle şarkı söyleyen bir zenciye benziyor o şarkıda Tom Waits. Flamenco Republic gösterisinin kapanış parçası da “Tangos de Tom” adını taşıyor, bahsettiğim şarkıdan esinlenerek yazdığım bir tangos şarkısı.

Dans etmek için öbürlerine tercih ettiğiniz favori bir makam var mı Tangos, ya da Seguirias mesela?

Daha yavaş “palo”ların (vuruş) olduğu makamları seviyorum. Daha yavaş ve daha derin. Dans etmeye uygun bir vücudum olduğundan mıdır nedir? (gülüyor) Baksana boyum uzun, kollarım daha da uzun, makamlar dar geliyor bana (gülüyor). Şarkıların ağır ağır akıp gittiği Seguirias ya da Bulerias makamlarını severim çok.

Favori bir şarkıcınız var mı?

Yaşayan şarkıcılar arasında en beğendiğim Enrique Morente sanırım. Camaron olağanüstü bir şarkıcıydı zaten, geçelim bir kalem. Aslına bakarsanız Enrique Morente’yi de bu yüzden seviyorum. Camaron’a rağmen Enrique Morente olabilmiş bir şarkıcı. Flamenko şarkıcılarının çoğu daha yolun başında Camaron’un heybetine toslayıp dağılıyorlar. Kolay iş değil. Eskilerden Manuel Vallejo’yu, Tomas Pavón’u beğenirim. Özellikle Pavón’un hayranıyım.

ABD’de oldukça tanınan bir sanatçısınız, bunun için özel bir çaba sarf ettiniz mi, sizin için önemli mi Amerika’da başarılı olmak?

Amerika’da başarılı olmayı pek dert etmiyorum kendime. Ama New York’u ayrı bir yere koyuyorum. Yapıtlarımızın New York gibi bir yerde karşılığını bulması tabi ki önemli. Sonuçta ben kendi topluluğu olan bir dansçıyım. İşimi hakkıyla yapmak birçok kapıyı açıyor. Yirmi yıl içinde birçok olanağa kavuştuk. Ama bu noktaya kolay gelmedik, neredeyse milli bir dans topluluğu boyutlarında bir kurumuz. Oldukça ciddi bir sabit kadromuz var. Sürekli planlama yapmamız gerekiyor. Benim asıl derdim prova yapmak, dans etmek. Ama grubun sorumluluğu, işinizi tanıtmak, onun seyircilerle en doğru şekilde buluşması üzerine kafa patlatmak gibi zorunluluklar dayatıyor. Bu bir bütün aslında. Şarkıların seçiminden, koreografinin tasarlanmasına, işin basın ayağına kadar yığınla detay var. Ama sonuçta karşılığını bulursa bütün bunlar, yeni bir işle seyircinin karşısına çıkma şansımız olur. Bütün bunları hesaba kattığınızda New York’ta iyi iş çıkarmak benim de angarya işlerle daha az vakit kaybedip, gönlümce prova yapmamı sağlar bu da en önemli getirisi.

Dans ettiğiniz mekanlar arasında en çok hangisini sevdiniz?

Bilemiyorum açıkçası. O kadar çok yerde sahneye çıktım ki, her mekanın kendi ruhu var. Elhamra’nın bahçesi Generalife’de dans etmiştik bir keresinde gerçekten etkileyici bir atmosferi var. Temmuz’da yine orada olacağız Granada festivali için, heyecanla bekliyorum.

Kadim dostunuz, ünlü cajon ustası Manuel Soler’i anmadan geçmeyelim.

Manuel’in yeri bambaşka benim için. Daha dün akşam bir arkadaşımla uzun uzun kendisini andık. Hem kişi olarak beni çok etkilemiştir, hem de topluluğumuzun üzerinde çok emeği vardır. Manuel olağanüstü bir insandı. Eşine az rastlanır bir sanatçıydı. Aslında dansçıydı. Günün birinde Paco de Lucia ile birlikte çıktıkları bir Güney Amerika turnesinde Peru’da cajon’a rastlamış. Manuel Flamenko’ya cajon’u sokan sanatçı olarak büyük bir çığır açmıştı. Ama bunlar bir yana çok yakın arkadaşımdı. Bütün yaptığım işlerde yanımda durdu, inanılmaz bir mizah duygusu vardı, varlığı hep bana güç verdi. Hayatımda onun gibi birine daha rastlamadım. Kanserden birkaç ay içinde eridi gitti. Çok üzüldüm ama hatırası o kadar canlı ki sevgiyle yâd edebiliyorum onu. İnsan böyle dostlarıyla olunca bir topluluk olmanın bir anlamı var. Aklından geçeni okuyan, anlaşmak için özel bir çaba sarf etmediğin, birlikte zevkle çalıştığın, fikirleriyle seni her zaman zenginleştiren cömert bir arkadaştı Manuel Soler.

19 Haziran 2009 Cuma

Corral de Moreira'da yıldızlar geçidi


Madrid'in en eski tablaolarından biri Corral de Moreira. Aynı zamanda en pahalı ve Hollywood yıldızlarından, İspanya kraliyet ailesine, ileri gelen politikacılara kadar bir çok havalı ismin Madrid'teki uğrak yeri. Valla ben oralı arkadaşlarımın direktifleri doğrultusunda daha az havalı görünen tablaolara gittim ama bu sefer durum farklı, çünkü Marina Heredia sahne alıyor.Me duele me duele dueleee tangosunu bilmeyen bir flamenkosever yoktur...Tangos de las madres locas, el calor de un beso,tangos de la penca ve daha niceleri... Orda olsam ne yapar ne eder giderdim. Yolu düşen olursa tablaonun web sitesi aşağıda, Marina'nınkiyle birlikte.

PALO AĞACI


Şimdiye kadar rastladığım en detaylı palo ağacı. Müslüman, yahudi, güney amerika ve katolik etkileşimlerden yerel folklorik danslara kadar bütün detaylara yer verilmiş.

18 Haziran 2009 Perşembe

UN DESFİLE CON MUCHO DUENDE











Hayatımda ilk defa bir defile gerçekleştirdim... insana yavrusu güzel görünür tabi ama ben ekipçe iyi bir iş çıkardığımıza inanıyorum. İstanbul'da bir flamenko festivali düzenleyen ve bana her konuda destek olan Pera Güzel Sanatlar'a,Bu fikri aklıma sokan Flamenkoturco'dan Nurten'e,PR şirketimiz L'appart PR'a özellikle de kendi defilesiymiş gibi sahiplenen ve benden daha içtenlikle heyecanlanan Sahra Katoğlu'na, Kıyafet tasarımlarıyla defileyi güzelleştiren Nükhet Duru'ya ,kıyafet ve ayakkabıları çok iyi taşıyan Leyla,Müjde,Özge ve Özge,Pınar, Sevcihan,İnci,Deniz,Buket ve tabi ki Şeymel Butik'in sahibi sevgili Yasemin'e;Dans gösterileriyle geceye renk katan Fidanmita ve Elifita'ya, (Daha büyük organizasyonlarda daha büyük bir dansçı kadrosuyla hep beraber olacağız inşallah),saçlar için Çetin'e, makyaj için Gözde'ye, Müzik için canım erkek arkadaşım Alişan'a, Fotoğraflar için Selda, Gamze Hanım ve bana fotoğraf yollayan herkese:), o günün benim için ne kadar özel olduğunu anlayarak cumartesi gecelerini sıcak bir tiyatro salonunda geçiren tüm flamenko ve modaseverlere çok çok teşekkürler. Muchas Gracias.Flamenko hayallerimin gerçeğe dönüşmesi için bana güç ve umut verdiniz...

12 Haziran 2009 Cuma

ELLE FLAMENCO DEFİLESİ 13 Haziran cumartesi Tiyatro Pera'da



Tasarımlarını hazırladığım ELLE flamenco koleksiyonumun ilk defilesi, 2. Pera flamenko festivali kapsamında Tiyatro Pera'da, hem de ayakkabılarım için şahane bir flamenko kıyafet koleksiyonu hazırlayan Nükhet Duru'nun katkılarıyla.


heyecanlıyım....

28 Mayıs 2009 Perşembe

CAFE CANTANTES
















Flamenko tarihinde belli bir döneme de adını veren Cafe Cantanteler 19. Yüzyılda flamenkonun icra edildiği gece klüpleridir.İlk Cafe Cantante 1842'de Sevilla'da açılmış.1860'larda Garanada, Cadiz, Jerez ve diğer Endülüs şehirleri ile Madrid ve Barcelona'ya yayılmış. Genellikle gaz lambalarıyla aydınlatılan düz ve büyük bir oda, odanın sonunda bir sahne ve aficionadolar, ( flamenko izleyicileri) için yerleştirilen tahta iskemle ve masalar cafe cantantenin başlıca özellikleri. Performans sergileyecek olan cantantesin(şarkıcılar), tocadoresin (gitaristler) bailaoras y bailaoresin ( erkek va kadın dasçılar) genellikle gitano ( çingene) soyundan gelmesine dikkat edilmekle birlikte bazen payolara yani çingene olmayan flamenkoculara da rastlanırmış.



Cafe Cantantelerin flamenkonun gelişmesinde önemli rol oynamasının en büyük sebebi, daha önce dağınık halde bulunan flamenko sanatçılarını bir araya getirmiş olmasıdır. Düzenli iş düzenli maaş demektir ve çingene halklarının kendilerini flamenkoyla ifade edebilmeleri için büyük bir kapı açılmış olur.Bu sayede müzikte ve dansta büyük bir rekabet ve buna bağlı da gelişim başlar.Çingene müziği ve geleneksel endülüs müziği arasındaki etkileşim flamenkoyu zenginleştirir. Soleares, Suiguiria ve Martinete gibi cante Jondoları ve cante intermedio denen bulerias, alegrias, tangos gibi paloları icra eden çingene sanatçılar,endülüsün malaguneasını, verdialesini, tarantosunu, granadinasını ve daha bir çok paloyu da repertuarlarına katarlar.Daha önceleri dans edilmeyen palolarda dans edilmeye başlar.Mejorana (1862-1922) ilk defa Soleares palosunda dans eder.Bu, önceden cantenin gerisinde kalan dansın gelişmesine yol açar.Cafe Cantante dönemi 1915'lere dek devam eder. Son döneminde içine ida y vuelta ( gidiş-dönüş) şarkıları adı verilen Guajiras ve Rumba'nın flamenkoya girişini de kapsıyor.Federico Garcia Lorca da bir cafe cantante fanatiği olarak Poema del Cante Jondo eserinde; Cafe Cantante, Retrato de Silverio Franconetti ve La Guitarra şiirlerinde cafelerdeki ambiansı anlatmış. Flamenkonun en gösterişli dönemi değil belki cafe cantante dönemi ama ben en çok o dönemde yaşamak isterdim. Flamenkonun henüz sahne sanatı haline dönüşmediği, modern dansla karışmadığı, aficionado ve sanatçı arasında çok yakın bir iletişimin yaşandığı bir dönem...



Bu dönemi Cuadro ve Tablao Flamenco'ların popülerleştiği dönem izliyor. E o da haftaya:)

17 Mayıs 2009 Pazar

CHAMBAO


Flamenko ile elektronik müziği en iyi harmanlayan grup olarak gösterilen Chambao 2000’li yılların başında Malaga sahillerinden koyulduğu yolculuğunda geçtiğimiz ay İstanbul’a da uğradı. Son albümleri Con Otro Aire turnesi kapsamında Pasion Turca organizasyonuyla İş Sanat’ta sahne alan Chambao’nun kaptanı Maria Del Mar Rodriguez Carnero’yu, ya da arkadaşlarının kendisine hitap ettikleri gibi kısaca Mari’yi, konser öncesi yakaladık. Pokito a Poko ile tavan yapan başarılarının sırrına, kısa ama samimi bir sohbetle vakıf olduk.


CHAMBAO

Müziğiniz Flamenko Chill olarak adlandırılıyor ama ne Flamenko ne de Chill olarak nitelemek mümkün sanki?

Maria del Mar: Doğru (gülüyor) İşe başlarken müziğimize bir etiket koymamız gerekti. Biz de Flamenko chill dedik. Endülüslü olduğumuz için müziğimizin ana damarı doğal olarak flamenkodan besleniyor, buna ayrıca elektronik soundları da ekledik, ama elektronik öğeler sadece chill den ibaret değil, elektroniği daha çok fazladan bir enstrüman olarak düşünmüştük işin başında. Bugün öğrendiğim Türkçe bir laf var, “teşekkürler” “Flamenko- Teşekkürler” de olabilirdi müziğimizin türü. Dediğim gibi Flamenko chill bir etiketten ibaret, hele Chambao’nun bugün yaptığı müziğe kulak kabartırsanız bizi tarif etmekten giderek daha da uzaklaştığını rahatça görebilirsiniz. Şarkılarımızı yaparken her zaman içimizden geldiği gibi çalıştık. Şarkı neyi gerektiriyorsa o öğeleri dâhil ettik. Bu süreçte insanın aklından çok sezgileriyle hareket etmesi daha doğru geliyor bana.

Böyle olunca da ister istemez herhangi bir etikete sığmıyor yaptığınız müzik.Başlangıçtaki kadronuzda ciddi değişiklikler oldu?

Evet, birer birer herkes ayrıldı. Sonunda sadece ben kaldım (gülüyor). Eduardo ve Dani’yle üçümüz çıkmıştık yola. Sonra aramıza Hollanda’dan Henrik Takkenberg katıldı. Henrik önceleri konserlerimizde flüt çalıyordu.

İlk albümün kayıtlarında ise prodüktör olarak yer aldı, ama sonra yollarımız ayrıldı.

Takkenberg’in oldukça genç bir yaşta öldüğünü duyduk?

Evet, Henrik maalesef zamansız bir şekilde aramızdan ayrıldı, ama ölmeden uzun süre önce yollarımızı ayırmıştık, pek bağlantıda olmadığımız için neden öldüğünü bilmediğimi itiraf etmeliyim.

Grubun öbür üyeleri neden ayrıldı?

Grubun öbür üyeleri dediğiniz Edi (Eduardo) ile Dani kuzenler. Önce Dani ayrıldı çünkü sürekli kayıt yapıp, turneye çıkan bir müzisyen olarak hayatına devam etmek istemiyordu. Evlendi, bir kızı oldu. Şimdi karısı ve kızıyla Malaga’da sakin bir hayat sürüyor, ama hala kendi köşesinde ufak ufak müzik yaptığını biliyorum. Edi ise 2005’te Pokito a Poko albümünün kayıtlarından sonra ayrıldı. Biraz önce de söylediğim gibi profesyonel anlamda müzisyenlik yapmak kendine göre zorlukları olan bir iş. Ya severek yaparsın, ya da nefret edip bırakırsın ikisinin ortası pek yok. Sonunda Chambao’yu tek başıma devam ettirmeye karar verdim, tabi yeni müzisyenlerle. Grubun adını değiştirmeyeyse içim elvermedi çünkü çok seviyorum, hem tınısını hem de anlamını. Kendi memleketim Malaga’da kullanılan bir sözcük Chambao. İnsanların kırda ya da plajda güneşten ve rüzgardan korunmak için kullandıkları iptidai bir tente olarak tarif edebilirim, bir nevi sığınak. Chambao’nun müziğinin de dinleyenler için bir sığınak olmasını temenni ediyorum. Şimdilik söyleyecek çok şeyim, anlatacak yığınla hikayem var, bu hikayeler olduğu sürece de grubu korumak istiyorum.

Yeni albümünüz Con Otro Aire’de eski yol arkadaşlarınız olmadan çalışmak nasıldı?

Dediğim gibi anlatacak hikayelerim olması beni asıl motive eden şey. Üstelik eski arkadaşlarım olmasa da çok sıkı müzisyenlerle çalışıyorum. Albümdeki 11 şarkının müziklerini de sözlerini de ben yazdım. Sonuçtan da oldukça memnunum.

Şarkı sözlerini yazarken nelerden esinleniyorsunuz, şiir kitaplarına merakınız var mıdır mesela? Endülüs, Lorca, Machado, Alberti gibi şairleriyle belki de İspanya’nın en güçlü şiir geleneğine sahip?

Şiir okumayı çok severim, ama ilgi alanım sadece şiir değil. Farklı türde kitaplar okumayı seviyorum, tek kıstasım okuduğum şeylerin insana dair olması. Belki de bu yüzden felsefi metinlere meylediyorum. İnsanoğlu kimdir, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz gibi sorular daha çok kafamı kurcalar.

Albümün çıkış şarkısı “Papeles Mojados/ Islak Evrak” sosyal içerikli bir şarkı, anlatacak hikâyelerim var dediğinizde Chambao’nun giderek politize olacağı sonucunu çıkarabilir miyiz?

Papeles Mojados’u yapmamın sebebi her gün yüzlerce Afrikalının İspanya sahillerine yarı aç yarı tok, yarı ölü yarı diri şekilde ulaşması. Üstelik memleketim Malaga bu sahillerden biri. Şu sıralar İspanya’da çok ciddi bir göçmen sorunu yaşanıyor ve görünüşe bakılırsa bu sorunlar artarak devam edecek. Bu kadar yakınımda yaşanan bir insanlık dramına seyirci kalmak istemedim açıkçası, iki laf da ben edeyim dedim. Chambao’nun politize olmasına gelince bence bu biraz zorlama bir değerlendirme olur. Biraz önce edebiyatta beni çeken şeyin insanoğluna dair olması olduğunu söylemiştim. Müzikte de böyle, bana kalırsa insana dair olan her şey politiktir, politik olmak için illa göçmenlerle ilgili bir şarkı yapmanız da gerekmez.

Önümüzdeki hafta İspanya’da genel seçimler yapılacak, seçim süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?

Seçim süreci tam bir sirke benziyor kanımca. Seçimlerden altı ay önce kampanya dönemi başlıyor. Gazeteler, televizyonlar, mitingler, kim kime ne dedi, kim kimin arkadaşı derken seçmenler nihayetinde bu kampanya sürecine göre oylarını kime vereceklerine karar veriyorlar çoğu zaman. Gerçekten uygulanan ya da uygulanması planlanan politikalar ikinci planda kalıyor. Bana kalsa seçim döneminde televizyonları tamamen devre dışı bırakırdım. Tam bir kamuflaj işlevi görüyor tv’lerde şahit olduğumuz sirk. Oysa oy vermek bir yanıyla daha kişisel olmalı. Kişisel derken bireyci, toplum hayatından kopuk demek istemiyorum. Ama insanlar gündelik hayatlarını gerçekten etkileyen olaylara göre karar vermeliler, medya aracılığıyla yaratılan sanal dünyayı bir kenara bırakmalılar.

Avrupa birliği sürecinin, üye devletlerin halkını ehlileştirdiği ileri sürülebilir belki de?

Kesinlikle. Brüksel’de birtakım bürokratlar bir araya gelip Avrupa’da yaşayan insanların gündelik hayatlarını doğrudan etkileyen bir sürü karar alabiliyorlar. Böyle olunca sıradan insanlar giderek bir yabancılaşma yaşıyorlar. İnsanların politikadan anladığı yirmi otuz yıl öncesiyle aynı değil artık. Sanırım bu söylediklerim sadece Avrupa’yla sınırlı değil, dünyanın geri kalanında da böyle bir kadercilik göze çarpıyor. Neyse ki biz Endülüslüler ters insanlarız. Kültürümüze son derece bağlı inatçı bir yapımız var. Dışarıdan gelen etkilere daha rahat direnebiliyoruz. Gençlerin büyük bir çoğunluğu analarının babalarının, dedelerinin değerlerini benimsiyor onların adetlerini sürdürmek istiyor. Tabi bir kısmında da böyle bir istek yok, ama Endülüs’ün geneli tutucudur. Tuhaf bir şekilde tutuculuk ilerici bir anlam kazanabiliyor günümüzde. (gülüyor)

Biraz müziğe dönelim isterseniz, Ricky Martin’den Cesaria Evora’ya kadar uzanan çok farklı müzisyenlerle işbirliği yaptınız?

Benim için başka sanatçılarla çalışmak tamamen kişisel bir tercih. Arada ne plak şirketleri ne maddi çıkarlar ne de başka bir hesap var. Bazen turneye çıktığınızda yabancı ülkelerde bazı sanatçılarla tanışıp birlikte bir şeyler yapmak istiyorsunuz, bazen yabancı sanatçılar sizin ülkenize geliyor vs. Ama benim birlikte çalışacağım insanları mutlaka şahsen tanıyıp sevmem lazım. Mesela Ricky Martin’le konser vermek için Madrid’e geldiğinde tanıştık. Tamamen tesadüf eseri karşılaştık. Bana Chambao cd’leri gösterip çok beğendiğini anlattı uzun uzun. Ben de o cd’lerdeki benim deyiverdim. Bayağı matrak oldu tabi. Müziğin sihri de burada işte. Birtakım şarkılar yapıyorsunuz ve nerelere, kimlere ulaşacağı kimlerin kalbinde yer edeceği hiç belli olmuyor. Ricky’le daha sonra da karşılaştık bir iki kere. Sonunda bu kadarı da rastlantı olamaz dedik ve birlikte bir şarkı yapmaya karar verdik. Böylece ortaya Tommy Torres’in “Tu Recuerdo / Hatıran” adlı şarkısı çıktı. Tommy Porto-Riko’nun önde gelen müzisyenlerinden. Daha önce de Ricky için şarkılar yapmış ama kendi solo kariyeri de oldukça sağlam biri. Tu Recuerdo’yu getirip dinlettiğinde hem sözleri hem de müziği çok beğendim. Chambao müziğine uygun bir teklifti, oldukça zengin, füzyon olarak nitelendirilebilecek bir şarkı. Üstelik flamenkoya yakın bir soundu vardı ki bu da benim işimi kolaylaştırdı açıkçası. Şarkının kayıtlarında yer alan Puerto-Rico’lu müzisyenlerin de olağanüstü çaldıklarını eklemeliyim. Uzun lafın kısası sonuçtan hepimiz çok memnun kaldık. Bu tip işbirliklerine her zaman açığım.

Müzisyenlerin çok iyi çaldığını söylediniz, kayıtlarda birlikte çalıştığınız farklı müzisyenlerle konserlerde de bir araya geliyor musunuz?

Tabi tabi, elimizden geldiğince turne programlarımızı çakıştırıp bir araya gelmeye çalışıyoruz. Konserler başka bir âlem oluyor. İlla ki albümde çaldığınız gibi çalmak zorunda değilsiniz, istediğiniz gibi doğaçlama yapma özgürlüğüne sahipsiniz ve bu da çok eğlenceli oluyor.

Bu noktada stüdyoda kayıt yapmakla, sahnede canlı çalmak arasındaki farklara gelsek?

Stüdyoda çalışmak da çok hoşuma gidiyor. Vokal yapıyorum mesela solistlik yerine vokalistlik yapmak çok hoşuma gidiyor, farklı sesler denemek vs. Sahnede bu şansım pek olmuyor. Öte yandan stüdyo farklı bir konsantrasyon gerektiriyor. Değişik fikirleri deneyip bu fikir bu şarkıya uyar, buna uymaz gibi bir süreçten geçiyorsunuz. Konser vermekse çok farklı, anlık bir deneyim. Repertuarınız aynı olsa bile, seyirciniz, hissiyatınız farklı oluyor ve her konser sadece bu nedenden ötürü bile olsa eşsiz, tekrarlanamaz bir deneyime dönüşüyor. Stüdyonun da konserlerin de farklı özgürlük alanları var, ben her ikisinden de ayrı zevk alıyorum, iki ortamda da eğleniyorum. Eğer bir gün müzik yaparken eğlenemediğimi fark edersem bu işi bırakıp kendime başka bir meşgale bulurum sanırım.

Enrique ile Estrella Morente beraber çalıştığınız başka ünlü isimler?

Morente ailesinin her yaptığı işe tapıyorum. Onlarla çalışmak benim için en büyük ödül. Flamenko camiasıyla yaptığım çalışmaları ayrı bir yere koyduğumu itiraf etmeliyim. Aynı toprağın insanı olmak bambaşka. Habichuela ailesi mesela, onlara da taparım. Bütün bir aile sanatçı olabilir mi? Oluyor işte. Pitingo, Farruco’lar hepsi benim için efsane isimler. İspanya’da Duende dediğimiz şey var bu insanlarda, az rastlanır bir sanatçı ruhu.

Flamenko’nun travesti kraliçesi Falete hakkında ne düşünüyorsunuz?

Falete’ye bayılıyorum. Bence müthiş bir sanatçı. Eski bir şarkıcıyı Banbino’yu kendine örnek alıyor. Ama bana kalırsa Falete’yi sadece şarkıcı olarak nitelendirmek haksızlık olur. O komple bir sanatçı, şarkı söylerken bazen öyle jestler yapıyor ki seyircinin aklını başından alıyor. Başkası yapsa ya hiçbir şey ifade etmeyecek ya da komik olabilecek jestler onunla başka bir anlam kazanıyor.

Ketama’dan Chambao’ya uzanan yığınla Endülüslü müzisyen flamenkoyu farklı biçimlerde algılayıp bir tür füzyonun peşinde koşuyorlar. Başarılı bir karışıma ulaşmanın formülü nedir sizce?

Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda geçerli bir formül olabileceğine inanmıyorum. Her ne kadar müzikten bahsediyor olsak da bence aslolan kültürlerarası bir füzyon. Bu da en nihayetinde son derece kişisel bir şey. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Bu konuşmada adını andımız ve anmadığımız birçok müzisyen de kendi algılarına göre bir karışımın peşinde koşuyorlar. Örneğin konserlere baktığınızda seyircilerin her birinin müziği farklı takip ettiğini görürsünüz. Kimi dans eder, kimi şarkılara eşlik eder, kimi de hiçbir şey yapmadan dinler. Ama sadece dinleyenler bile kendine göre müziğin tadını çıkarıyordur. Müzik herkesin farklı yaşadığı bir şey oluşuyla bana aşkı çağrıştırıyor. İnsanın beyninden çok kalbine hitap ediyor çünkü. Flamenko’yu da bu çerçeveden değerlendirirsek benim için Flamenko Puro/ Saf Flamenko bir müzik türü olmanın ötesinde bir yaşam biçimi anlamına geliyor.

Bu noktada da Saf Flamenko fanatiklerinin Chambao’nun füzyon anlayışını red etmeleri gibi bir sorun ortaya çıkabilir?

Çıkabilir tabi. Bence bir sorun yok, sonuçta bir şarkıyı duyarsın ve sana hitap eder ya da etmez. Gerisi biraz teferruat sanki. Flamenko seven birinin her türlü Flamenko füzyon çalışmasını beğenmesini beklemek saçma olur. Öte yandan flamenkoyu hangi türle karıştırırsanız karıştırın ister Arap, ister Türk müziği isterse de elektronik müzik olsun saf Flamenko dediğiniz öğe ordadır. Bu anlamda saf flamenko bir referans noktası oluşturur, siz de zevkinize göre o kaynaktan beslenirsiniz.

Flamenkonun büyük ustası Paco de Lucia’nın da kendi füzyonunu yaptığı rahatlıkla söylenebilir?

Evet, ama Paco de Lucia biraz aykırı bir örnek, daha önce bahsettiğimiz füzyon denemeleriyle aynı kefeye koymamak lazım kedisini. Paco o kadar iyidir ki isterse en karmaşık en özgün şekilde Flamenko yapar isterse de en saf halini damıtır. Üstelik her ikisinde de kusursuzdur. Şüphesiz bu kusursuzluğu çok çalışmasına borçlu, hayat hikayesinde çok küçük yaşlardan başlayarak disiplinli bir şekilde çalıştığını okumuştum. Kısacası Paco ile Camaron’un ayrı bir yeri vardır bizim dünyamızda. İkisi de olağanüstü sanatçılar.

Konserlerine gitme şansınız oldu mu?

Camaron’a yaşım küçük olduğu için yetişemedim ama Paco de Lucia’yı bir defa Granada’da dinleme fırsatı yakaladım, müthişti.

Konser DVD’nizde bazı şarkılarda hip hop yapan dansçılar var, sahnede sürekli dansçı kullanıyor musunuz?

Aslında dansçı kullanma alışkanlığımız yok. Ama DVD’ye aktarılan konser kendi çöplüğümüzde, Malaga yakınlarındaki Fuengirola Kalesi’nde verdiğimiz bir konserdi. Arkadaşlarımızla böyle bir şey yapmayı düşündük ama sürekli dansçımız yok. Aslında konserler için bazı fikirlerim var. Mesela Con Otro Aire turnesinde konserlerin karanlıkta başlaması ve sahne yavaş yavaş aydınlanırken iki dansçının semazenler gibi ellerini açarak dans etmesi gibi bir şey düşünmüştüm ama bunu yapmak mümkün olmadı. Gerçek semazenler olmayacaktı bu dansçılar ama danslarıyla onları andıracaklardı. Eğer sahnede dans olacaksa mutlaka insanların kafalarını açmalı. Bu nedir, ne anlatmak istiyor demeliler, soru sormalılar. Ne bileyim tipik bir Flamenko dansı koymayı düşünmem mesela konserlere. Yanlış anlaşılmasın o haliyle flamenkoya hiçbir itirazım yok, aksine bayılırım. Ama Chambao’nun sahnesinde başka bir şey olmalı daha az bildiğim, keşfetmekten hoşlanabileceğim bir öğe olmalı, çünkü Chambao da bir arayışın ürünü.

Peki, nasıl bir seyir izliyor Chambao’nun müziği bu arayış boyunca?

Chambao’nun müziği oldukça özgür bir müzik diyebiliriz. Mesela bu son albümdeki şarkıları yaparken hiçbir zaman önceden bir planım olmadı. Şimdi bu şarkıda şunla şunu karıştıracağım diye hareket etmedim. İçimden geldiği gibi gelişti şarkılar. Gerek sözlerde gerekse müzikte kendimi rahat bırakıp benden bir şeylerin çıkmasını bekledim. Şüphesiz benimkisi oldukça kişisel bir yöntem, ortaya bir fikir çıktı mı onu döne döne kuşatmaya başlıyorum.musunGitar çalıyor musunuz?

Çok az (gülümsüyor) şimdilerde biraz daha sık çalmaya başladım. Ama beste yaparken şarkıyı kendi kendime söyleyerek kaydediyorum. Şarkının girişini, melodisini ve sonunu teybe kaydedip müzisyen arkadaşlarımı çağırıyorum. Ben söylüyorum, onlar çalıyor. Ondan sonra farklı fikirleri deniyoruz, şurasında vurmalı girsin burasında nefesliler olsun gibi taleplerim oluyor.

Müzisyen kadronuz değişti mi yıllar içinde?

Çoğunluğu işin başından beri benimle birlikteler ama süreç içinde bazıları ayrıldı yerlerine yeni arkadaşlar katıldı. Bu da işin doğasında var. Yıllar içinde yeni albümler çıkarıp, sürekli turneye çıktığınızda insanlara yeni bir şeyler sunmalısınız, aksi halde hem dinleyicilerin hem de bizim sıkılma ihtimalimiz ortaya çıkıyor. Ne bileyim bir yıl boyunca rock&roll bateri setiyle konser vermişsek, yeniden turneye çıktığımızda daha perküsyon ağırlıklı bir seti tercih edebiliyoruz mesela. Ama ekibimizin çoğu demirbaş olarak nitelendirilebilir. Aynı müzisyenlerle çalışmanın kendine göre avantajları da var. Artık sahnede konuşmadan, sadece bakışlarımızla anlaşabiliyoruz.

Turneye çıkmayı seviyor musunuz?

Ben turnelere bayılıyorum. Bazıları uzun süren turneleri tüketici bulur. Benim içinse farklı yerlere gitmek, yeni insanlarla tanışmak vazgeçilmez bir mutluluk. Örneğin konser için İstanbul’a gelmek bizim için büyük bir lütuf. İstanbul’a dün gece geldik. Otele yerleşir yerleşmez kendimizi sokağa attık. Bütün ekip burada olduğumuz için çok heyecanlıydı. Hayatımızda ilk defa İstanbul’a geliyoruz, yemekten sonra sokaklarda turladık. Tabi çok da abartmamak lazım, hava hala serin ve konserde iyi performans vermek için dinlenmiş olmanız lazım.

Yakın bir zamanda ağır bir hastalık geçirdiğinizi duyduk?

Kanser oldum, meme kanseri. Ama şimdi tedavimin sonuna geldik ve kendimi gayet iyi hissediyorum.

Geçmiş olsun

Teşekkür ederim, merak etmeyin daha anlatacak çok hikâyem var.



Söyleşi: Alişan Çapan

6 Mayıs 2009 Çarşamba

EFSANE FLAMENKO KADINLARI-2, CARMEN AMAYA










Flamenkoda kadınların varoluşunu değiştiren, zapateadoların çok kullanıldığı erkek dansını kadınların da yapabileceğini dünyaya duyuran, ilk kez pantolonla dans eden efsane bailaora Carmen Amaya...



Carmen Amaya 1913 Yılı'nda Barcelona'da, Katalan çingenesi bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş. Babası El Chino dönemin ünlü gitaristlerinden olduğu için Carmen de küçük yaşlarda flamenkoyla ilgilenmeye başlamış. Henüz 6 yaşındayken, La Capitana sahne adıyla, babasına el Restaurante Las Siete Puertas en la Taberna de El Manquet, en el Chiringuito de La Puerta de la Paz, Casa Escaño ve daha bir çok Barcelona flamenko mekanında eşlik etmeye başlamış.Carmen Amaya hiç bir okulda dans eğitimi almamış, onun okulu içgüdüleri ve içinde bulunduğu çingene hayatındaki gözlemleri olmuş. Vahşet ve asaleti birleştiren yorumu onu önce Paris'e ardından da dönemin en önemli Madrid sahnelerine taşımış.
İspanya iç Savaşı Sırasında bir çok sanatçı gibi o da bir süreliğine vatanından uzak kalmak durumunda kalmış.Lisbon, Londra, Paris, Arjantin, Brezilya, Chile, Colombia, Cuba, Meksika, Uruguay, Venezuela ve New York'ta bir flamenko efsanesine dönüşen Carmen Amaya, 1947'de İspanya'ya dönmüş.1963'te böbrek yetmezliğinden ölünceye dek de Avrupa ve Amerika'da dans etmeye devam etmiş.
Sert bakışları sayesinde sinemacıların da dikkatini çeken Amaya bir çok sinema filminde de rol almış: "La hija de Juan Simón" (1935), "María de la O" (1936), alongside Pastora Imperio, "Sueños de gloria" (1944), "Vea a mi abogado" (1945) and "Los Tarantos" (1963).
Carmen Amaya'yı izlemek size çingene olmakla ilgili çok şey anlatır. Çünkü o yaşadığı anın içinde öyle kaybolur ki ondan yayılan duende sizi de içine çeker , ancak kaybedecek fazla bir şeyi olmayan biri kendini bu kadar bir duyguya teslim edebilir diye düşünürsünüz.Flamenkonun zil, şal ve gülden ibaret olmadığının, çok daha karanlık bir alt metin barındırdığının capcanlı örneğidir Carmen Amaya, o yüzden onu hesapsızca sevemezsiniz ama izlemekten de kendinizi alıkoyamazsınız...

5 Mayıs 2009 Salı

ESO ES FLAMENCO!!!

Dün geceki gösterinin tüm varlığımda bıraktığı acaip duyguyu anlatmak için en süslü hayranlık sözleri bile kifayetsiz kalır. Sanatın ne kadar sihirli ve güçlü bir şey olduğunu bir kez daha hatırlattıkları için Viva Paco Arriaga , Rafael Montilla, Viva Angel Munoz, Charo Espino ,Ramon Martinez, Viva Miguel Ortega, Inmaculada Rivero, Viva Nacho Lopez ve tabi ki Viva büyük Usta Paco Pena...

27 Nisan 2009 Pazartesi

UN PALO FLAMENCO: TANGOS


Flamenko hissedenin içindedir ancak paloları iyi tanımadan da olmaz...



TANGOS

Tangos kelimesinin kökeninin (flamenkoyla ilgili hemen her şeyin olduğu gibi) nereden geldiği tam olarak bilinmese de bir takım rivayetler vardır.
Rivayetlerin ilki Tangos'un bir perkusyona vurduğumuz zaman çıkan "tang" sesinden geldiğidir. Bir diğer var sayım ise, Tangos'un latince kökeni tangere olan "tangir" yani (tocar), enstruman çalmak fiilinden geldiği şeklindedir.Atlantiğin diğer tarafındaki Tango müziği ve dansıyla isim benzerliği dışında herhangi bir bağı bulunmamaktadır.Tabi ki İspanyol sömürge kültürlerinden özellikle de Cuba'nın 4'lük ritmlerinden etkiler taşıdığı söylenebilir, ancak Tangos aslında Endülüs'te, ilk olarak da Cadiz'de bir flamenko palosu (makamı) olarak ortaya çıkmıştır.Enrique el Mellizo'nun ilk tangos icracısı olduğu da söylenir (tabi ki bu da rivayettir:)
Tangos ritmi hepinizin bildiği gibi 4'lüktür. 1 vurgusuz 2,3,4 vurgulu olarak çalınır ve un,dos,tres,quatro olarak da söylenebilir.
Buleriasla birlikte fiestaları vazgeçilmez bir şarkı ve dans palosudur. Bu nedenle de bir çok flamenko bestecisinin albümlerinde bir "fiesta por tangos" şarkısı bulunur.

1234/1234/1234/1234...

Tangos formunu incelerken karşımıza Tangos de Triana, tangos de Malaga, Tangos de Granada, Tangos de Cadiz gibi formlar çıkar. Bu formların hepsinde compas (ritm sayacı) 4'lük gider ancak cante ve gitar vurguları değişiklik gösterir. Küçük nüans farklarıyla tüm tangos hareketleri hepsine birden uygulanabilir.Bu nedenle bir tangos öğrenen dansçı bir taşla bir sürü kuş vurmanın zevkine varabilir.

Bölgelere göre Tangos şarkılarıyla ünlü olmuş şarkıcılara bakarsak:Cadiz'de El Melizzo ve Aurelio Selles, Sevilla'da Pastora Pavon ve El Titi.Jerez'de Frijones ve Mojama, Malaga'da La Repompa ve El Piyayo'yu sayabiliriz. La Nina de Los Peines (Tarakların kızı, henüz araştırmadım ama muhtemelen saçı çok gür ve uzun olduğu için falan bu ismi koymuşlardır) tangosun bu kadar popüler olmasında büyük rol oynamıştır.


“Peínate tú con mis peines / que mis peines son de azúcar / quien con mis peines se peina / hasta los peines se chupa”.

"Saçlarını benim taraklarımla tara/ çünkü benim taraklarım şekerdendir/ her kim ki saçlarını benim taraklarımla tarar/ taraklarımı yalamaya başlar:)
şeklinde son derece erotik ve muzip bir şarkıyla flamenko tarihine geçmiştir:))

hepinize saçlarınızı tangos eşliğinde taradığınız neşeli günler diliyorum.


Not: "Nina de los Peines" adlı kitap yeni çıktı. Cristina Cruces Roldán 'ın kaleme aldığı kitap Pastora Pavon'un sanat yaşamını anlatırken döneme ait birbirinden güzel fotoğrafları da içinde barındırıyor.






16 Nisan 2009 Perşembe

Güzeller Güzeli India Martinez'den "DESPERTAR"




Cordoba doğumlu ve Almeria'lı flamenko şarkıcısı India Martinez'in beklenen albümü "Despertar" çıktı. Objektif bir yazı yazamıycam çünkü kendisi son dönemin bence en iyi vokallerinden biri ve çok tehlikeli ve zor olan flamenkoda füzyon meselesini çok iyi halletmiş bir ekibin eseri bu albüm. Afrika , Arap ve Hint etkisi çok açık hissedilse de albüm buram buram flamenko. Prodüktörler Chico Valdivia (Chano Dominguez, Radio Tarifa, Gerardo Nunez ile çalışmıştı daha önce)ve Manuel Illán, Gitarda Ricardo Rivera ve José Quevedo nam-ı diğer ‘Bolita’ var. Bir Albores var ki beni benden aldı gerçekten.Parçanın adı 'Amanece El Dia'.Bunun dışında rumba olarak ‘Más que amigos’, guajiras ‘La voz de un marinero’, la trilla ‘Mundo de locos’ ve los aires de levante ‘Lágrimas benditas’ öne çıkan parçalar bir de ‘Tetragga Feya’ diye bir Mısır şarkısı var. 23 Yaşındaki bu gencecik kadının ilk albümü "Azulejos de Lunares" 5 sene önce çıkmıştı. Bu ikinci albümün onu kariyerinde çok iyi bir noktaya getireceğine inanıyorum.


Bağımlılık yapan Amanece El Dia parçası için bir youtube linki de veriyorum.




3 Nisan 2009 Cuma

Yeni Flamenko Rüzgârları I


Zamanın Efsanesi

1979 yılı Flamenko severler için ayrı bir anlam taşır. O yılın Ağustos ayında Flamenkonun gelmiş en geçmiş en büyük efsanelerinden biri olarak kabul edilen Camarón de la Isla ya da o tarihten itibaren hitap edildiği şekliyle kısaca Camarón, Lorca’nın Beş Yıl Geçince adlı oyunundaki şiirlerden yola çıkarak yaptığı La Leyenda del Tiempo / Zamanın Efsanesi adlı şarkıyla aynı adı taşıyan albümünü yayınlamış ve Flamenko çevrelerinde yer yerinden oynamıştır.

İspanya’da Franko döneminin sonlarına denk gelen yetmişli yılların başlarında tüm zamanların en önemli gitaristi olarak kabul edilen Paco de Lucia ile yine gelmiş geçmiş en önemli şarkıcı olarak kabul edilen Camarón de la Isla Flamenko sahnesine adım atarlar. İkili 1969 ile 1977 yılları arasında arka arkaya dokuz albüm yayımlayarak geleneksel Flamenko âlemine adlarını altın harflerle yazdırırlar. Seksenli yıllara yaklaşıldığında muhteşem ikili uzun birlikteliklerine ara vererek bir süre için kendi yollarında yürümeye karar verirler. Bu tarihten itibaren Paco de Lucia kardeşleri Ramon ve Pepe’nin de yer aldığı grubuyla Flamenkonun sınırlarını geliştirmeye devam eder. Bu arayışlar zaman içinde Al Di Meola, John McLaughlin, Chick Corea gibi önemli müzisyenlerle yapılan işbirlikleriyle dünya çapında ses getiren çalışmalara dönüşür.
Camarón ise Paco de Lucia’nın yetiştirmesi olan genç yetenek Tomatito ile hayranlarının başını döndürmeye devam ediyordur. Bu yeni dönemde Paco de Lucia ile Flamenko standartlarının en ünlülerine yıllarca can vermiş olan Camarón da yeni arayışlara yönelmekte gecikmez. 1979 yılında Camarón yıllardır çalıştığı Paco de Lucia’nın babası Antonio Sánchez’in sahibi olduğu plak şirketinden daha deneysel çalışmalar yapmak üzere ayrılmıştır. Flamenkonun bir başka efsane ikilisi Lole ile Manuel’in mimarı olan prodüktör Ricardo Pachón o tarihlerde yeni bir proje için Camarón’un kapısını çalar. Pachón’un kafasında Lorca’nın şiirlerinden yola çıkarak yaptığı La Leyenda del Tiempo (Zamanın Efsanesi) adlı şarkı etrafında oluşturulacak temalardan meydana gelen bir albüm yapmak vardır. Ancak bu albümün farkı o güne kadar kullanılan geleneksel Flamenko çalgılarının yanına klavye, basgitar, flüt, elektrogitar gibi rock ve caz çalgılarının da kullanılması olacaktır. Camarón geleneği iliklerine kadar özümsemiş bir yorumcu olarak Pachón’un bu yenilikçi projesine büyük bir heyecanla olur verir. İlk aşamada albümde gitar çalması için Paco de Lucia’ya teklif götürülür. Projeyi dinlediğinde kafası yatan Paco önce teklifi kabul eder ancak tekrar görüştüklerinde “babam Camarón şirketten ayrıldığı için zaten buruk, bir de gitarları ben çalarsam iyice nispet yapmış gibi oluruz, iyisi mi siz gitarı Tomatito’ya çaldırın.” diyerek yan çizer. Albüm yayınlandıktan sonra kardeşi Pepe de Lucia hayranlığını “bu albümü biz yapmış olmalıydık” sözleriyle dile getirir.
Tomatito’nun yanı sıra kadroya daha sonraki yıllarda Flamenko-Jazz alanındaki çalışmalarıyla parlayacak olan flütçü ve saksafoncu Jorge Pardo, grubu Pata Negra ve B.B. King’le yaptığı unutulmaz Flamenko- Blues çalışmalarıyla müzikseverlerin gönlünde ayrı bir yere sahip olan Raimundo Amador ve yine daha sonra Chick Corea ile yapacağı çalışmalarla haklı bir ün kazanan Brezilyalı perküsyonist Rubem Dantas da katılır.
1979 yılının Ağustos ayında Pachón’un Umbrete’deki çiftlik evinde başlayan kayıtlar boyunca Camarón son derece heyecanlıdır. Hatta bu heyecan verici deneyimin şerefine kayıtlar boyunca müptelası olduğu uyuşturucu ve alkole bile elini sürmemiştir. Yıllar boyunca iptidai koşullarda, hücum kayıt yapamaya alışmış Camarón için belki de ilk defa bu kadar geniş ve yetenekli bir müzisyen kadrosuyla uzun uzun kayıt yapmak fırsatı doğmuştur ve “kral” bu durumdan son derece hoşnuttur. Yaklaşık iki yıldır Camarón’la birlikte konserlere çıkan 19 yaşındaki Tomatito ilk albüm kaydında performansıyla kayıtlardaki herkesi etkilemiştir. Sıkı bir bas gitarist olan Manolo Rosa temiz işçiliğiyle albüme büyük katkıda bulunurken, Kiko düzenlemelere el atmıştır. Camarón’un çocukluk arkadaşı Raimundo Amador grubu Pata Negra ile yaptıkları deneylerde biriktirdiği bütün numaraları arka arkaya döktürmektedir.
Lorca’nın Beş Yıl Geçince adlı oyunundaki bir şiirden alınan,
“Düşler zaman içinde akıp gidiyor bir yelkenli gibi
Kimseler açamaz tohumlarını bu düşlerin kalbindeki…”

Dizeleriyle açılan albümde sözlerin yükünü çoğu zaman olduğu gibi eşsiz şair çekmektedir. Büyük şairin dizelerinden yola çıkılarak yapılan beş şarkının yanı sıra, bir Kiko Veneno klasiği olan “Volando Voy” ile Ömer Hayyam’ın El Viejo Mundo (Yaşlı Dünya) adlı rubaisi, Pachón’un yeniden düzenlediği geleneksel bir tema olan La Tarara da albümün öbür uyarlamalarıdır. Juan El Camas’ın aşçılığında, Cadiz’den getirilen deniz mahsulleri eşliğinde verilen ziyafetlerle tamamlanan kayıtlardan sonra sıra albümün dinleyicilerle buluşmasına gelmiştir.
1979 yazının sonunda Barselona Boğa Arenası’nda verdikleri ilk konserde sahne arkadaşları, Jeff Beck, Weather Report ve Stanley Clarke olacaktır. Konserden önce basın toplantısında Camarón’a “Jaco Pastorius’la aynı sahneyi paylaşacaksınız, neler hissediyorsunuz?” diye sorulduğunda Kral’ın cevabı orada bulunan herkesi kahkahalara boğar. “Jaco Pastorius mu? O da kim? Kendisini tanımıyorum.” Jorge Pardo yıllar sonra o günleri yâd ederken insan tarih yazarken pek farkına varmıyor ama sonra dönüp baktığında ne kadar önemli şeyler yaşadığını idrak ediyor diyecektir.
Müzisyenlerin heyecanının aksine albüm dinleyicide ters etki yaratmıştır. O güne kadar Camarón’u yere göğe koyamayan Çingeneler, “bu Flamenko değil! Camarón değil!” diye homurdanarak plakları aldıkları dükkanlara iade etmektedirler. Camarón’un kuzenleri bile, bizimki kafayı yedi diye ağlamakta, bu işin sonu nereye varacak diye dövünmektedirler. Satışlar istedikleri gibi gitmemiş, ortalığı saran kasvet havasında Camarón yıllar sonra hayatına mal olacak eroin belasıyla tanışmıştır. O günlerde Ricardo Pachón, “usta ortalık birbirine girdi, ne halt edeceğiz?” dediğinde, efsane sanatçı bıyık altından gülmüş, “şimdi bir Flamenko albümü yapmamız lazım, sonra toz duman dinince bir tane daha patlatırız bu albüm gibi” demiş ve her büyük sanatçı gibi zamanının ilerisindeki yürüyüşüne emin adımlarla devam etmiştir.
La Leyenda del Tiempo, Camarón’un zamansız ölümünden iki yıl sonra 1994 yılında, El Pais gazetesi tarafından tüm zamanların en önemli Flamenko albümü seçilmiştir. Yayımlandığı 1979 yılından şarkıcının öldüğü 1992 yılına kadar geçen 13 yıllık süreçte sadece 6000 kopya satılmış olması şaşırtıcıdır. Bununla birlikte albümün asıl önemi, döneminin müzisyenlerini derinden etkilemiş olmasında aranmalıdır. “Camarón Flamenkonun kralıydı” diyor yıllar sonra Ricardo Pachón, “müzisyenler albümü dinlediklerinde, kral yapıyorsa biz de yapabiliriz dediler, Çingeneler çok tutucu insanlardır, Camarón’un La Leyenda del Tiempo ile gösterdiği cesaret, Flamenkoda bir çığır açtı, Yeni Flamenko’nun doğuşu bu albümle oldu.”
Eğer bugün müzikseverler zevkle Gotan Project dinliyorlarsa, bunda bayrağı Gardel’den alıp Gotan’a müthiş bir maharetle devreden Yeni Tango’nun babası Astor Piazzola’nın büyük payı olsa gerek. Tıpkı homurtulara kulağını tıkayıp elektrikli gitarına abanma dirayetini gösteren Dylan gibi. La Leyenda del Tiempo ile Camarón da Flamenko Füzyon âleminin sihirli kapısını aralıyor.
Albümün kaydından yaklaşık 25 yıl sonra Camarón’un Cadiz’de bıraktığı boşluğun izini süren genç yönetmen Isaki Lacuesta aynı adla bir film çekiyor. Film vesilesiyle orijinal ekipten Jorge Pardo, Rubem Dantas ve Raimundo Amador efsanevi prodüktör Ricardo Pachón ile tekrar bir araya geliyorlar ve aralarına günümüzün Flamenko divalarından Montse Cortés’i dâhil ederek, şarkıyı yeniden kaydediyorlar.

Şarkının Camarón tarafından seslendirilen orijinal versiyonunu dinlemek isteyenler için:
http://www.youtube.com/watch?v=l5N3T8w4Zvc
Şarkının Montse Cortés tarafından seslendirilen 2005 yılı versiyonunu dinlemek isteyenler için:
http://www.youtube.com/watch?v=jW4lLWhNaSo


Yazan: Alişan Çapan

31 Mart 2009 Salı

EFSANE FLAMENKO KADINLARI-1, CRISTINA HOYOS







CRISTINA HOYOS

Cristina Hoyos benim kısacık kişisel flamenko tarihimde çok önemli bir yere sahiptir.Dünyada bir çok milletten çingene ya da çingene olmayan çok muhteşem dansçılar izledim ama Christina Hoyos'un gözlerindeki ve ellerindeki flamenko duygusuna çok az insanda rastlayabildim. İşte bu nedenle Flamenko tarihinin en eskilerinden olmasa da en devrimci kadınlarından Hoyos , Efsane Flamenko Kadınları serisinin ilk konuğu oldu.

Hoyos, 13 Haziran 1946'da Sevilla'da dünyaya geldi. Enrique el Cojo ve Manuela Vargas'ın öğrencisi oldu. 1968-1988 Yılları arasında Antonio Gades Flamenko Topluluğu'un baş dansçılığını yaptı. Carlos Saura'nın Bodas de Sangre, Carmen ve El Amor Brujo baş yapıtlarında sadece dansçı olarak değil koreograf olarak da imzası bulunan Christina Hoyos için Gades, " Hiç kimseyi dinlemedim onu dinlediğim gibi" der. Gades- Hoyos işbirliği, Paco de Lucia- Camaron dayanışması gibi kendi efsanesini yaratır. Flamenko artık sadece tablaolarda icra edilen geleneksel bir sanat olmaktan çıkar. Kimileri onları flamenkoya bale karıştırmakla suçlasa da, bu flamenkonun başka bir yöne evrilmesini engelleyemez.

Gades'in ölümünün ardından "1989'da kendi kumpanyasını kuran Hoyos ; 1990'da Paris'te Suneos Flamencos gösterisi sahneye koyar ve uluslararası arenada başarılar kazanmaya devam eder.1992'de Barselona Olimpiyatlarının açılış gösterisinde tüm dünyayı kendine hayran bırakan bir gösteri gerçekleştirir.

Jerez'li şair, yazar ve araştırmacı Caballero Bonald onun flamenko tarihine geçen stiliyle ilgili olarak , " Cristina'da Cafe cantante döneminden gelen geleneği ve modern bir stili bir arada görürsünüz. O ellerini ve şaşılacak temizlikteki zapateadosunu geleneksel flamenko dansçılarından alsa da kendine has şık bir stil yaratmayı başarmıştır.Bu yüzden de çok özel bir dansçıdır."der. Christina Hoyos da bir söyleşisinde " İlerlemeyi çok seviyorum ama ancak köklerine bağlı bir gelişim sonuç verir." diyerek Bonald'ı doğrular.
Sanat Yaşamı boyunca bir çok gösteri ve sinema çalışmasına imza atan Hoyos,2005'ten beri Ballet Flamenco Andaluz'u yönetmektedir. "Artık eskisi gibi solist olarak dans etmek istemiyorum, bir çok genç ve yetenekli öğrencim var, onların yolunu açmak istiyorum. Onlara yetenekli olmanın hiç bir anlam ifade etmediğini, dansın bir sahne disipliniyle alakalı olduğunu aşılamaya çalışıyorum" diyeh Hoyos ,yine de hayranlarını kırmamak için bazı gösterilerde sahne almaya devam etmekte.Flamenkonun saygınlıkla yayılması için mücadelesine devam eden Hoyos'un, 2006'da Sevilla'da hayata geçirdiği Flamenko Müzesi, onun flamenko tarihine armağanlarından sadece biridir.




Christina Hoyos'u izlemek isteyenler için Filmografisi:

-Ultimo Encuentro 1967
-Espanolas En Paris 1971
-Bodas de Sangre 1981
-Carmen 1983
-Carmen 1984
-Amor Brujo 1086
-Juncal 1987 ( TV dizisi)
-Montoyas y Tarantos 1989
-X is Y 1990
-Carmen on Ice 1990
-Los Angeles 1990
-Todos los hpmbres sois iguales 1994
-Antartida 1995
-Oh Espana 1996 (TV dizisi))
-Afrodite 1996
-Jetst geht's rund 1996
-Torero 2001


Sevilla'daki Flamenko müzesini merak edenler için: